Trabzon Beşikdüzü İlçesine bağlı Dağlıca mahallesi emekli sakini İrfan Elbir tarafından çocukluğundan hafızalarda kalan anısını okurken bir anda hepimizi anlatmış olduğuna hafızalarınızda canlandıracağını umduğumuz için bu güzel sosyal medya paylaşımını sizlerle paylaşıyorum.
İlkokulu yeni bitirmiştim.
Köyden, annemle beraber yaya olarak şehre gelmiş, eve yaklaştıkça heyecanım artmıştı.
Hızlanmıştım biraz, annem arkamda kalmıştı.
Sadece;“Oğlum bak marangoz Osman’ın atölyesinden sola döneceksin, şaşırma sakın” deyişini duydum.
Evin önüne geldim, ev yerinde yok…
Hemen şurada elektrik santrali olacaktı, bahçesinde boş mazot varillerinin dağınık olduğu, dolu olan varillerin daha düzgün yerleştiği, ikindi namazının ardından şiddetli bir gürültü ile çalışan ve sabah ezanına kadar aralıksız elektrik üreten santral… Gece evde konuşurken birbirimizin sesini duyamadığımız, sabaha kadar kulaklarımızı tıkayarak uyuduğumuz santral..
Santral yok, variller yok…
Santrali çalıştıran Elektrikçi Bayram amca olacaktı yahu.. Kısa boylu, yürürken pantolonu ha düştü, ha düşecek gibi duran… Baktım, baktım yok.. Hiçbirisi yok, tanıyan yok.
Eve baktım; babamın ahşap küçük bir dükkanı olacaktı binanın alt katında.. Camına da “Tüfekçi Mehmet Elbir” yazıyordu. Gurbetten sılaya gönderilen mektupların adresiydi orasıydı.. Ekseriyetle mektupların üzerine; “Tüfekçi Mehmet Elbir eliyle” yazar, Perşembe günleri uğrayanlar hem kendi mektuplarını, hem de tanıdık olanları oradan alıp köye dönerlerdi.
Dükkan yok, mektuplar yok, babam yok.
Arkama döndüm annem yok.
Nefesim sıkıştı, çarşıya doğru yürüdüm… Yahu şurada Bakkal Zeki olacaktı. Bakkalı, hemen zeminden birkaç merdiven aşağıda, ağır aksak yürüyen, zayıf, çelimsiz, kasketli bakkalımız Zeki amca… Arıların vızıltısından yaklaşamadığımız üzüm kasasından kağıt kaselerle üzüm satardı hep.
Bakkal Zeki yok, arıların üzerinde kümeleştiği o üzümler yok.
Ya çınar…
Allah Allah.. Şu büyük çınar nerede yahu? Şu devasa çınar.
Altında fiyakalı abilerin kırma ayakkabıları, omzunda pardösüleri ile oturduğu, kuş sesinden adeta baygınlık geçirdiğimiz, tavla oynayanlara utanarak yaklaşıp seyrettiğimiz, güneşe göre masa ve sandalyelerin yer değiştirdiği şu çınar neredeydi acaba? Sağa sordum, sola sordum, kiminin önünde durdum sordum… “Bu da kim, sen nereden çıktın bey amca?” der gibi yüzüme baktılar... Belki acıdılar, belki meczup sandılar. Şu ince uzun boylu, ama biraz kamburlaşmış “İmam Amca”yı sordum, “Kubaloğu Ömer”i sordum, tuhaflaştılar.. Tanımadılar. Çarşı içindeki meydanı sordum, pazar yerini aradım, kurulan çadırların yerlerini yokladım… Yok, yok, yok… Kimse bilmiyordu..
Yana baktım, şurada “Çoban Ekmek Fırını” olacaktı. Kıpkırmızı nar gibi kuşaklı ekmekleri, fırının ön tarafına dizerdi. O da yok.
Çark Ali nereye gitti yahu? Meşin toplarımızı ve fındık brandalarını diken, ayakkabı tamir eden, bazen dikiş makinesi ile kaldırımda çalışan, saçı başı karışık, gözleri çakmak gibi, sadece dişleri parlayan Çark Ali…
Anam, anam o da mı yok?…
Motöğu Süleyman amca vardı şurada.. İlerlemiş yaşına rağmen simsiyah sakalları ve gülmeyen yüzü ile hep dükkanındaydı…O, kesinlikle bunları bilirdi.. Onun dükkanına baktım yan gözle, genç bir delikanlı, “amca ne istiyorsun sen?” dedi… Şimdi ona neyi soracaktım ki, şaşırdım tabi? Vazgeçtim.
Çünkü Motöğu amca yok.
Durun yahu, Baba Saffet’in lokantası şu ilerde… Bir çorba içip, aklım başıma gelsin dedim, yürüdüm biraz.. Yok… Baba Saffet yok, dükkanı yok, tanıyan yok…
Çatlamak üzereyim..
Trençkotumun yakasını yukarı kaldırdım, başımı öne eğdim ve hasretini çektiğim, göremediğim çınarın yanından geçerken beni kimseler tanımasın istedim.
Bir şekilde deniz kenarına inmeliydim.
Atlantik Kahve’de Derviş Amcayı, Köfteci Rıza’yı sormadım bile…
Şu Petrol Ofisinde bir “Garip” vardı… Araba yıkama yağlama yapan, gülerek konuşan, boynu bükük, hep yalvarır gibi duran… Onu kime soracaktım ki?
Kırmızı beyazlı dolmuş minibüsleri olacaktı, buralarda… Şoför mahalline oturmak için saatler önceden binmeye razı olduğumuz minibüsler nerede acaba?
Yok, onlarda başka yerlere taşındı galiba…
Şu denizden, şu iskeleden biraz yosun kokusu çekmek, derin bir nefes almak istedim. Belki de; “cahildim dünyanın seyrine daldım” türküsünü mırıldanmak istedim.
Deniz yok, oturacak banklar yok.
Deniz uzakta, balıkçı tekneleri görünmez, deniz şırıltısı duyulmaz olmuş…
Nereye gidecektim, niye gidecektim, nasıl gidecektim, şaşırdım kaldım..
Dilim lal olmuş, konuşacak kimseler kalmamıştı etrafımda..
Arabayı nereye park etmiştim ben yahu…
Tamam gördüm şurada…
Artık yönü ne tarafı ise o tarafa gidecektim, maksatsız, hedefsiz…
Olduğum yerden döndüm, hızla yürüdüm, her adım atışımda bir ses duyuyordum:
“Hey önüne baksana”
“Kör müsün amca?”
“Sağır galiba, nereden düştü buraya?
“Dur araba çarpacak sana”...
Bir korna sesi duydum, ardından sesler… Bilmiyorum belki de küfürler..
Arabaya çıktım, yüzüm ıslanmıştı...
Marşa bastım, radyodan bir müzik sesi;
“Gecenin nemi düşmüş gözlerine;
Ne olur ıslak ıslak bakma öyle…”
Gırtlağım düğümlendi.
Yüzümü, elimin tersi ile sildim, önüm açıldı.
Gaza bastım..
Nereye gittiğimi bilmiyorum.
Birisine zarar verdim mi bilmiyorum.
Kırmızı ışıkta geçtim mi bilmiyorum.
Kaç km ile gidiyorum bilmiyorum.
Eynesil tüneline girdiğimde, karanlık iyice kendini hissettirmişti.
Tam tüneli çıktım…
O da ne?
Masmavi bir gökyüzü, ve yakamozlar eşliğinde dans eden bir deniz.
Rüyaymış meğer..
Rüyada mavi ve su iyiye delalettir dermiş eskiler.
Hayırlara vesile olsun inşallah dedim.
Geri döndüm.